Ülkemizde son 30 yıldır ağırlıklı olarak uygulanan öğretim modeli, öğretmenlerin sınıf ortamında bilgiyi öğrenciye aktarması temeline dayanır. Kullanılan öğretim metodu esas olarak, “konuşma-anlatma” tekniğidir. “Söyleme-anlatma” metodundan ibaret kalan klâsik öğretim usulü, öğrencinin zihinlerinin aktif olarak devreye girmesini sağlayamamaktadır. Türkiye’deki öğretim sisteminde neredeyse % 90 nispetinde, sadece ders anlatmaktan ibaret olan bu metot uygulanmaktadır.
Bizi yanıltan nokta, “öğretme” ile “öğrenmenin” aynı şey zannedilmesidir. Halbuki ‘öğretmek’ söylemek ve bilgi aktarmaktır; ‘öğrenmek’ ise, davranış değişikliği ve performans iyileşmesidir. Bir eğitici, karşısındaki kişide bir davranış değişikliği gerçekleştirinceye kadar bir şey öğretmiş sayılmaz. Eğitici, belki çok şey söylemiş olabilir, hatta eğitilen anlatılanları anlamış da olabilir. Ne var ki, eğitilenin performansı değişmediği sürece, henüz bir şey öğrenilmiş değildir.
İstatistikler, bir toplumda ancak % 10’luk öğrenci kesiminin yaratılıştan her şeye karşı meraklı olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bu tip öğrenciler, ek bir motivasyona ihtiyaç duymadan merakları sebebiyle, öğrenmeyi her ortamda başarıyorlar. Eğitimde asıl mesele, % 90’lık çoğunluğun nasıl motive edileceği üzerine düğümleniyor. Ne öğreteceğimizi tespit ettikten sonra, eğitilenler öğrenmeye istekli hâle getirilir ve iyi motive edilirse, derin öğrenme ortaya çıkar; öğretilenler davranışa dönüşür. Bir bilgiyi şuurlu olarak istemeyen veya özümsemeyen kişi, derin öğrenmeyi başaramamış demektir. Bu sebeple, derin ve kalıcı öğrenme, eğitmenin iyi ders anlatmasından ziyade, eğitileni iyi motive etmesine ve merakını uyandırmasına bağlıdır.
İnsanlar öğrenmeye hazır bir sistem olarak yaratılmıştır. İyi bir eğitici hazmedilmiş bilgiyi örnekleriyle aşk ve şevk içinde aktaran, kişideki “öğrenme gücünü” harekete geçirmeye vesile olan, eğitilenlere ilham vermeyi becerebilendir.